Derin ve acı bir nefesle, zaten olduğum dünyada yeniden uyandım gibi hissettim.
Sanki gözlerimde bir perde vardı ve o kalktı, kendimi uçsuz bucaksız manzaralı bir yerde ama aynı zamanda kocaman bir boşluğun ortasında hissediyordum, dolu dolu bir yalnızlık hissi vardı içimde ve bu da uyanışın sancılarının başlangıcıydı, bunu henüz bilmiyordum.
27’li yaşlarımın sonlarıydı, tam 28’in arefesindeydim. Birden bir şeyler oldu ve ben o “uyanıkken uyanma” durumunu yaşadım.
Her şey çok tuhaftı, zaten en başından beri buradaydım, neden şimdi kendimi bu dünyaya ait hissetmiyordum?
Sanki daha önce yaşadığım bir yer vardı, orada çok mutluydum ama birden gökyüzünün herhangi bir noktasından dünya denilen yere adeta fırlatılıp atıldım.
Koskoca, kimsesiz bir arazinin ortasında ne yapacağımı bilmez bir hâlde hissediyordum kendimi… “Lütfen beni geri al, her neredeydim bilmiyorum ama buraya ait olmadığımı biliyorum, buradaki insanlar çok düz, kimsede derinlik yok, ben burada yapamam, daha önce neredeysem lütfen beni oraya geri al!!” diye yalvarıyordum Allah’a.
Ama yine de çok tuhaftı, bir yanım zaten bu dünyadaydı, diğer yanım ise başka bir yerden mi gelmişti? Silinik bir hatıra gibi bunu bir türlü anımsayamıyordum, o yüzden de inanılmaz bir dengesizlik yaşıyordum.
Bir süre bocaladım acemisi olduğum bu yeni dünyamda…
Ruhum bazı sınavlardan geçiyordu, öylesine bir acı değildi bu; canlı canlı yanmak gibi, canlı canlı gömülmek, çığlık çığlığa bağırıp yardım istemek ama seni duyan kimsenin olmamasıydı…
Koskoca bir “kim anlar ki benim bu hâlimden, anlatsam kim anlar?” evresine geçtim.
Bir yanımda bazı güzel enerjili-ruhlu varlıkları hissediyor, diğer yanımda ise kendimi yapayalnız hissediyordum.
Her yerden sürekli tekrar eden sayılar, kuş tüyleri, anlam veremediğim tuhaf tuhaf işaretler fışkırıyordu.
Sanki birileri benimle irtibata geçmeye çalışıyordu, sanki evren benimle konuşuyordu ama ben bunu “deliriyor muyum ben?” olarak yorumluyordum.
“Herkes dümdüz insan, ben de insan görünümündeyim ama içimdeki güç çok başka, içimdeki bilgiler… Aman Allah’ım nereden akıyor bu bilgiler bana böyle, biri sanki kalbime, kulağıma konuşuyor sürekli fısıltı hâlinde? Anlatmaya kalksam dile dökemem ama içimde bir şeyleri çok iyi biliyorum, ben neler yaşıyorum, neler oluyor böyle?”
O sene kurduğum en sık cümlelerdendi bunlar…
Bir anda sebepsiz yere mumlar satın almaya başladım, sürekli mum yakıyor ve karşısına geçip oturuyordum, öylece, hiçbir şey yapmadan…
Bazen ise çoklu mumlardan alıyor, hepsini birden yakıyor, yemek de yesem onların karşısında, kahve de içsem mum ışıklarını izleyerek yapıyordum ama bunu neden yaptığımı bilmiyordum.
Çok sonraları bir kitaptan öğrenecektim meleklerin en çok doğal ışık olan mum ışığına geldiğini, o şekilde daha iyi mesaj verdiklerini. Çok sonradan öğrenecektim koruyucu meleklerimi, melek işaretlerini ve onları adeta bir kitap gibi okumayı…
Aklımdan geçen bir şeye bazen anında, bazen bir süre sonra gelen çok açık cevapları gözlemliyordum, şaşırıyordum ama hâlâ anlamadığım bir sürü şey, cevap bulamadığım bir sürü sorum vardı. Ne de olsa tanıdık yabancıydım bu dünyaya…
Bir gün internette dolaşırken, kıyıda köşede gözüme takılan bir tarot videosuna tıklayıp izlerken buldum kendimi.
Tarot bana çok saçma geliyordu aslında, “kartlardaki fotoğraflara bakıyorlar ve öngörüde bulunuyorlar, ne saçma!” derdim ama bu sefer ki video bana, güncelde yaşadıklarımı anlatıyordu ve hayretle dinliyordum tüm bu bilgileri…
Fal gibi görünen tarotun aslında enerji bakımı olduğunu ve enerjilerin değişkenliğini idrak ediyordum yavaş yavaş.
Mum yakıp tarot izlemeye başladım tuhaf bir şekilde… O videolarda enerjileri öğrendim, doğru enerji ile hayatımızı inşa edebilme gücümüzün olduğunu, olumlamaları, çakraları, burçları, düşünce gücünü, melekleri, melek işaretlerini…
Tarot, tek bir alan gibi görünen ama içinde bir çok bilgiyi barındıran bir olaydı ve sanırım benim de öğrenmem gereken bilgiler toplu hâlde en iyi bu kanaldan gelecekti, o yüzden buraya yönlendirilmiştim.
Tabi her tarot videosunu izleyip onlara inanmamayı da öğrendim, yoksa oradaki kolektife söylenen varsayımlara kanıp bazen boş yere hayatı kendime zindan edebiliyordum:)
Bazen olacakları önceden hissetmek, rüyalardan haber almak, bir insana baktığında gözünden/enerjisinden aslında ne olduğunu görmek ve o kötü enerjiden rahatsız olmak, çok nadir de olsa sonradan yaşanılacak bir şeyin bir anda gözünün önüne gelmesi, kısacası ruhsallığım bana çok ağır geliyor ve “beni de normal insanlar gibi yap, tüm bunlar çok ağır geliyor bana” diye ağlıyor, yalvarıyordum, sadece oralarda nefes aldığımı hissettiğim doğada…
Sürekli doğayla, hayvanlarla iç içe ama insanlardan uzak yerlere sürüyordum bisikletimi, uzun uzun yollarda hem bir çok şeyi sorguluyor, hem de önüme düşen işaretleri anlamlandırmaya çalışıyordum.
Ruhsal olarak olarak uyandırılmıştım işte, artık bunun geri dönüşü yoktu. Geri dönmeyi çok istedim, çok denedim ama geride ne vardı ki, ilerlemekten ve canımı acıta acıta büyümekten başka çarem yoktu, zaten bu yoldan çıkış da yoktu:)
Seçilmiş ruh mu denir bilmiyorum ama hem dünyada, hem de maneviyatta bir sürü görevim vardı ve bunlar bana yavaş yavaş, zamanı geldikçe gösteriliyordu.
Başlarda farkındalığım çok düşüktü hiçbir şeyi anlamıyordum ama bizi içine çeken bu yolda ilerlemeye mecbur bırakıldıkça zoraki de olsa anlıyordum bir şeyleri.
Tıpkı Mabel Matiz’in Toy şarkısındaki sözlerdeki gibi; “Ol dedi, ol dedi, ol dedi Allah, olmanın yükü başta, ölmedim, ölmedim, ölmedim vallah!”
Bu kısım hep bana ruhsal yolculuğu anlatır:)
Tüm bunları fark ede ede ilerlerken, dünya ile ruhsallık arasında sıkışıp kalmıştım.
Dünya ruhsallığa uymuyordu, ruhsallık da dünyaya ve bu ikisinin arasında kalmak benim ruhuma fazlasıyla eziyet çektiriyordu.
İşte tüm bu “anlatılmaz, hissedilir.” yaşantıda denge denilen şeyi öğrenecektim.
Bu nasıl olacaktı inanın bunu asla bilmiyordum…
Öğrenilecek bilgiler çoktu, ben ise fazlasıyla toydum ve dünya denilen yaşantıda asıl maraton şimdi başlıyordu…
(Devamı gelecek…)